TÜRKİYE VE ARAP DEVLETLERİ
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Türkiye Cumhuriyeti dünyanın tam ortalarında merkezi bir
devlet olarak tarih sahnesine çıkarken ; Balkanlar, Kafkaslar , Karadeniz
,Akdeniz gibi bölgelerden komşulara sahip olduğu gibi , güneyinde Akdeniz’den İran sınırlarına
kadar ulaşan bin kilometreden uzun bir sınır boyunca iki büyük Arap devleti ile komşu olmuştur .
Osmanlı döneminden gelme insan yerleşimi ve göçler yolu ile meydana gelen nüfus
kaymaları ortaya belirli bir sosyolojik
harita çıkarınca , imparatorlukların dağılması sonrasında her
ülkenin nüfus yapısına göre ulus devlet kurulmuştur . Fransız devrimi
sonrasında ilk ulus devletler Avrupa kıtasından kurulurken , ülkeler arasında
ciddi nüfus kaymaları ortaya çıkmış ve ulus devletlere dayanan dünya haritası
böylesine bir yapılanmaya göre yeniden
biçimlenmiştir . Birinci dünya savaşına kadar Avrupa kıtasında bu
doğrultuda gelişmeler olurken , Osmanlı
İmparatorluğunu çökerterek merkezi coğrafya bölgelerini ele geçiren , İngiltere
ve Fransa gibi sömürge imparatorlukları
eski Osmanlı hinterlandı üzerinde
sayıları otuza yaklaşan bir doğrultuda
yeni devletler oluşturmuşlardır .
Türkiye Cumhuriyeti bu
emperyal tavıra karşı
çıkarak eski Osmanlı topraklarında bir
ulusal kurtuluş savaşı veren Türk ulusunun kurduğu devlet olarak, birinci dünya
savaşı sonrasında dünya haritası
üzerindeki yerini almıştır .
Orta Doğu tarihi incelendiği zaman bugünkü batı uygarlığını yaratan ilk siyasal
ve toplumsal gelişmelerin , Mezopotamya adı verilen orta dünya
bölgesinde meydana geldiği genel
olarak görülmektedir . Tarih öncesi dönemlerden başlayarak insanlığın en eski
yerleşim ve yaşam alanları olan bu bölgede,
son iki bin yıllık gelişmeler bölgedeki bugünkü sosyal yapılanmayı ortaya çıkarmıştır . Milat
tarihinin başlangıcında gündeme gelen
dini oluşumlar bölgedeki siyasal ve sosyal gelişmeler açısından öncü bir rol
oynamıştır . İnsanlar kabile türü yaşamdan din esaslı toplum düzenlerine doğru
gelişirken , dinlerin içinden çıkan tarikatlar ve cemaatlar , tek tanrılı
dinlerin doğduğu merkezi alan ve kutsal toprakların biçimlenmesinde etkili olmuşlardır . Dinler üzerinden
cemaatlar aracılığı ile tarikatlar yaşam düzeninde öne çıkarken , Avrupa’daki
Fransız devrimi doğrultusunda başlayan uluslaşma süreçleri de, batının etkisi
ile Orta Doğu bölgesinde ortaya çıkmıştır .
Dünyanın çeşitli yörelerinde yaşayan insan toplulukları, bulundukları
ülkelerin coğrafyasına uygun bir tarzda geleceğe dönük uluslaşma süreçlerine
,çatısı altında yaşadıkları devlet yapılarının
etkileri ve yönlendirmeleri ile
kavuşmuşlardır . Bölge halkları sonraki
dönemlerde devam eden uluslaşma
süreci içinde yeni bir toplumsal kimlik kazanmışlardır . İmparatorluklardan
ulus devletlere geçerken , Avrupa
benzeri yeni ulus devletlerin eski Osmanlı hinterlandı içinde de zamanla meydana geldiği görülmüştür . Avrupa
kıtasında imparatorluklar ile ulus devletler çatışırken , Osmanlı devleti
çatısı altında yaşayan ahali içinde yer
alan Yunanlılar imparatorluktan
ayrılarak kendi ulus devletlerini on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı içinde
kurarak , Osmanlı hinterlandı içinde de Avrupa ülkelerindekinin benzeri bir
ulus devlete sahip olmuşlardır .
Böylece başlayan uluslaşma süreci
Balkanizasyonu gündeme
getirerek merkezi imparatorluk olan
Osmanlı devletinin parçalanmasına yol açmıştır . Bu gelişmenin daha sonraki
aşamada gündeme getirdiği Orta Doğu bölgesindeki uluslaşma sürecinin tarih
sahnesine çıkardığı yeni yapılanma , Arap ulusu
olarak kimlik kazanmıştır . Arap
yarımadası üzerinde oluşmaya başlayan Arap ulusu ,yüzyıllar içinde önce Asya kıtasının içlerine doğru ve daha sonra da Kuzey Afrika’nın
ortalarına kadar yayılarak bölge
halklarının sosyolojik yapısının oluşumunda temel bir misyona sahip olmuştur .
İslamın doğuşu ve yayılması ile birlikte bölgede yaşayan Arap toplumlarının dini
kimlikli yöneticileri ,yeni kabül ettikleri dinin yaygınlık kazanabilmesi için İslam devletleri oluştururlarken ,bölgenin
temel halkı durumundaki Araplar önce bir ırk olarak ve daha sonra da kurulan devletler üzerinden Orta Doğu bölgesinin biçimlenmesi için
çalışmışlardır . Dört halife dönemi sonrasında Orta Doğu bölgesinde kurulmuş
olan Emevi ve Abbasi imparatorlukları temelde Arap devletleri olarak ortaya
çıkmış ve Arap ırkının o dönemde önde gelen bir yere sahip olmasında etkili
olmuşlardır . Çok çeşitli bölgelere Araplar yayıldıkları için bir uluslaşma
süreci yaşamamışlar ama İslamın
devletini kuran doğrultuda Arap toplulukları bir arada hareket etmesini
bilmişlerdir . Bugünkü merkezi coğrafyadaki
büyük Arap nüfusunun oluşması ,
İslam devletlerinin savaşlar sonrasında
bölgeye yayılmaları
sayesinde tamamlanabilmiştir . Bu
süreç içinde , Akdeniz’in doğusunda yer
alan Orta Doğu bölgesinin Arap nüfusu ,İslamın dünyaya yayılması çizgisinde
zamanla Akdeniz kıyılarına yayılmıştır . Bu gibi gelişmeler sonrasında
Akdeniz’in batısında yer alan İberik yarım adasına kadar giden Araplar , bu yarımadanın tam ortasında
Endülüs Emevi devletini de kurarak ,
Avrupa tarihinde de İslam dini ile
birlikte Arapların yer almasını , İspanya’da geçirdikleri yedi yüzyıllık devlet
olma durumu ile gerçekleştirmişlerdir .
Orta Doğunun
çeşitli ülkelerinde yüzlerce
yıldır yaşayan Araplar , bazan devlet
olma şansını yakalamışlar , bazan da
dağınık topluluklar olarak Orta Doğu bölgesinin çeşitli yerlerinde yaşamlarını sürdürmek zorunda
kalmışlardır . İslam öncesinde Yahudilik ve Hrıstıyanlık gibi tek tanrılı
dinlerin etkisi altında kalan Araplar , İslamiyetin kutsal topraklarda ortaya çıkmasıyla
birlikte hızla bu yeni dinin çatısı altında bir araya gelmişler ve oluşturdukları askeri
birlikler ile dünyanın merkezi coğrafyasında Müslümanlığın taşıyıcısı olmuşlardır . Milattan önceki dönemlerde ilkel ve tek
tanrılı dinlerin etkisiyle bölge halkları ile birlikte yaşamlarını sürdüren Araplar, sonraki dönemlerde hem bölgenin hem de İslam
dininin temsilcileri olarak etkinlik
kazanmışlardır . İslamiyet sonrasında
Arapların başına geçen Emeviler ve Abbasiler kendi adları ile ifade edilen büyük imparatorluklarını kurduktan sonra , egemenlik altına aldıkları ülkelerin insan
topluluklarının Müslümanlığı kabül etmesinde önemli roller oynamışlardır . Bir
çok din adamının eserleri incelendiğinde
İslamın ve Arapların gelişimi birlikte ele alınmaktadır .Arapların Orta
Doğu’da başlayan İslamiyet misyonu batıda İspanya’ya kadar gittiği gibi, doğuda
da güney Asya ülkeleri üzerinden Çin
seddine kadar olan geniş bölgelerde yayılma
şansını elde etmiştir. Kuzeyde Rusya toprakları ile doğuda Malezya’ya kadar İslamın yayılmasında Araplar’ın önemli taşıyıcı rolleri olmuştur .
Merkezi coğrafya da
Arapların hükümranlığı bölgeye Türklerin gelmesine kadar devam etmiş ama Selçukluların onuncu
yüzyılda Horasan bölgesinden kalkıp
gelerek bugünkü İran ,Irak ,Suriye
,Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleşmeleri üzerine bölgede bir Türk egemenliği dönemi
başlamıştır . Çok kısa bir zaman dilimi
içinde bölgeye yayılan Selçuklular , hem İslam dini ile tanışarak bu dinin
çatısı altına girmişler hem de büyük bir
İmparatorluk kurarak Orta Doğu alanının yeni egemen gücü konumuna
gelmişlerdir . Gazneliler ve
Karahanlıların da kurmuş olduğu Türk devletleri de Selçuklu dönemi öncesinde Türklerin
İslamiyete girişinin ön hazırlıklarını sağlamış ve daha sonraki aşamada da
merkezi alanda İslamiyetin önde gelen bir
din haline gelmesinde ,Türkler üzerlerine
düşen sorumlulukla hareket ederek
tarihin başka bir yönde ilerlemesine katkıda bulunmuşlardır . Asya’dan
gelerek Türkleri arkadan vuran Moğol
istilası olumsuz gibi gelişmeler sonucunda ,Selçuklu hegemonyası Orta Doğu’da uzun süreli bir egemenlik kuramamış ve birkaç yüzyıllık
gelişmeler sonucunda Selçuklu devleti dörde bölünerek dağılırken , bu Türk imparatorluğunun yerini Selçuklu sonrasında kurulmuş olan
Osmanlı Beyliğinin oluşturduğu bir başka
Türk İmparatorluğu almıştır . Orta Doğu’nun kuzey bölgesinde
yaşamakta olan Türkler din
değiştirdikten sonra , İslamiyetin kuzey kolunu oluşturmuşlardır . Onuncu
yüzyılda göçler yolu ile merkezi alana
gelen Türkler dünyanın ortasının yeni egemen gücü konumuna
gelerek, Osmanlı İmparatorluğunun çatısı altına giren bütün Orta Doğu
bölgesini yönetmişlerdir . On
üçüncü yüzyılın başlarında tarih sahnesine çıkmış olan Osmanlı devleti Orta Doğu ile birlikte , Kafkasya , Karadeniz
, Balkanlar ,Ege ,Orta Doğu bölgeleri
ile birlikte Kuzey Afrika bölgesini de sınırları içerisine katarak ,on milyon
kilometrekarelik bir alanda dünyanın merkezi imparatorluğunu yedi
yüzyıl boyunca ayakta tutabilmişlerdir . Selçuklu döneminde Türkler ile
Araplar zaman zaman karşı karşıya gelmişler
ama Osmanlı döneminde ise iki
ayrı millet kökeninden gelmelerine rağmen tek bir imparatorluğun çatısı
altında birlikte bir yaşam düzenini kurarak
ortak bir yaşam düzenini uzun
uzunca bir dönem sürdürmüşlerdir .
Osmanlı İmparatorluğunun yirminci yüzyılın başlarında Birinci Dünya Savaşı sayesinde
dağılması yüzünden Türkler ile Arapların ortak düzeni bozulmuştur .
Anadolu’da bir Türk devleti Türk
milliyetçiliğinin desteği ile kurulurken , Osmanlı yönetiminde gelişmiş olan
Arapların yaşam düzeni Türkler’den ayrılmıştır . Balkan savaşları sonucunda
yıkılma noktasına gelmiş olan
Osmanlı’nın son büyük padişahı olarak , Abdülhamit imparatorluğu Araplar ile Türklerin bir İslam
devleti çatısı altında yeniden bir araya gelmesiyle sürdürmek istemiş ama İngiltere’nin araya
girmesi üzerine Türklerin ve Arapların
birlikte oluşturacağı ortak İslam devleti projesi çöküntüye uğramıştır .
İngilizler Türk milliyetçiliğini kışkırtarak Anadolu yarımadası üzerinde bir
Türk devleti kurulmasını dolaylı yollardan desteklerken , öte yandan Arap milliyetçiliğini de
destekleyerek Abdülhamit’in Şam merkezli kuracağı büyük İslam devletini Anadolu yarım adası ile Arap yarımadasını
birbirlerinden ayırarak önlemiştir.
İngiliz emperyalizmi tarafından Türkiye
-Suriye sınırı aslında bir Türk-Arap sınırı olarak düşünülmüştür . Üç
yarımadadan oluşan Osmanlı İmparatorluğunun Balkan yarımadasının ayrılması
üzerine çöküşe geçmesi üzerine ,
Abdülhamit geride kalan iki yarım ada üzerinde
Türk ve Arapların dayanışmasıyla bir merkezi İslam devleti oluşturmak
isterken , Büyük Britanya İmparatorluğu Osmanlı sonrası dönemde merkezi alana
egemen olmak için , Türk ve Arapların böylesine bir birliktelik
oluşturmasını istememiş ve iki milliyetçilik
akımını birbirlerine karşı kışkırtarak
birleşmeyi önlemeye çalışmıştır .
Osmanlı devletinin ana unsuru olan Türkler, kuzey
Müslümanları olarak Orta Doğu’dan
dışlanırlarken , Orta Doğunun Arap nüfusu cetvel ile çizilen sınırlar üzerinden bazı yapay devletlere
bölünmüşlerdir . Arap yarımadasını
öncelikle güney ve kuzey olarak bölen İngiliz emperyalizmi ,Mezopotamya
bölgesinde Irak adı ile bilinen ayrı bir Arap devleti
oluşturmuş , bu devletin Akdeniz ile bağlantısını kesmek üzere de
yarımadanın kuzey batısında bir de Suriye adı ile başka bir devlet oluşumuna destek vermişlerdir . Üç
büyük tek tanrılı dinin sahneye çıkmış olduğu Filistin bölgesinin
haritası çizilirken , Lübnan Suriye için , Ürdün ise Irak için birer tampon
küçük devletçikler olarak yaratılmış ve böylece
Filistin bölgesi güvence altına alınarak , gelecekte Yahudilerin bu
bölgeye dönerek yeniden kendi
devletlerini iki bin yıl sonra kurabilmelerinin önü açılmıştır .Suriye’nin
üstünde kalan Anadolu yarımadası Türkiye Cumhuriyetine dönüşürken , Orta
Doğu’nun bir çok bölgesinden Türk asıllı topluluklar göç ederek yeni Türk devletinin vatandaşları olabilmek
amacıyla bugün olduğu gibi o zaman da
Anadolu yarımadasına göç etmişlerdir . Buna karşılık , Osmanlı
döneminden kalma Arap
topluluklarının da Anadolu yarımadasını
terk ederek Arapların ülkesi olarak ilan edilmiş olan topraklara göç etmeleri
de yeni uluslararası düzen tarafından desteklenmiştir . Böylece
bir imparatorluk sonrası dönemde ulus devletler çağı Orta Doğu’ya
getirilirken , Türkler ve Araplar ortak
devlet çatısı altında yaşamak gibi eski
bir statüden uzaklaşmışlardır . Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye’nin
sınırları belirlenirken ,Türkler ve Arapların
hangi devletin vatandaşları
olacağı konusunda bir altı aylık karar verme ve geçiş süresi tanınarak
bu süreç tamamlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak devletleri
ellerinden alınan Türkler ve Araplar ayrı devletler halinde yeni dünya haritası
üzerinde ortaya çıkarlarken, yeni komşular olarak hareket etmesini öğrenmişler
ve bu doğrultuda ikili ilişkileri geliştirerek
, Orta Doğu bölgesinde gündeme gelen batı emperyalizmi döneminin
sorunlarını birlikte aşabilmenin yollarını aramışlardır . Yirminci yüzyıl Orta
Doğu tarihi incelendiği zaman Arap
yarımadasının parçalanmasıyla oluşturulan yeni Arap devletleri ile bölgede Türklerin devleti olarak Türkiye
Cumhuriyetinin karşılıklı olarak oluşturdukları
komşuluk ve dayanışma ilişkilerinin önem kazandığı görülmektedir . Yeni
dönemde Türk-Arap ilişkilerinin artması ve bu doğrultuda bölge devletleri
arasında her türlü emperyal müdahaleye karşı
ortak direnişin örgütlenmesini önlemek üzere, batı blokunun önde gelen büyük devletleri
merkezi alana müdahale ederek ,eskisi gibi bir Türk-Arap dayanışmasının ortaya
çıkmasını önlemek için çaba göstermişlerdir
.Bu doğrultuda eski Osmanlı bölgesinde yeni kurulan ulus devletlerin Türkiye
ile birlikte bölgesel pakt
oluşturmasını önleyerek , Türk devletini Arap sınırında yer alan komşu devletler olan
güneydeki sınır komşuları ile karşı karşıya getirmek ana amaçları
olmuştur .
Birinci ve İkinci
Dünya Savaşları sonrasında bölgedeki en
önemli gelişme iki bin yıllık bir tarih sonrasında üçüncü kez bir Yahudi devletinin kurulmasıdır . Birinci Dünya Savaşının galibi
olan İngiltere aslında bu bölgede yeni bir Yahudi devleti ile karşı karşıya
gelmek istemediği için Siyonist
lobilerin ısrar ve baskılarına karşı direnirken , ikinci dünya savaşının
gündeme gelmesi ve bu savaşı Yahudilerin yönetiminde bulunduğu Amerika Birleşik Devletlerinin kazanması üzerine , Yirminci yüzyılın
ortalarında bir Yahudi devleti olarak
İsrail’in üçüncü kez kurulabilmesi için elverişli bir ortam doğuyordu .
Filistin gibi küçük bir alanda yeniden bir Yahudi devletinin ilan edilmesi üzerine, Orta Doğu yeniden bir karışıklık dönemine
sürükleniyor ve Arap-İsrail savaşları bu
küçük devletin kurulmasıyla birlikte başlayarak
yirmi birinci yüzyılın başlarına kadar devam ediyordu . Arapların
bütünüyle kendi vatanları olarak gördükleri Arap yarımadasının tam ortasına bir
başka din mensupları olarak Yahudilerin gelip ayrı bir devlet kurmasını,
bölgedeki Arap devletlerinin hiç biri benimsememiş ve bu yüzden , İsrail’in kurulması üzerine bölge bir savaş
bataklığı alanına hızla dönmüştür . İsrail uluslararası hukuka aykırı bir
biçimde kurulduktan sonra, sınırlarını resmen ilan etmemiş ve sürekli
olarak ülkesini genişletme doğrultusunda
her fırsatta savaşlar çıkartarak , batı dünyasının zengin Siyonist lobilerinin desteği ile bu küçük devletin gelecekte bütün orta
dünyaya egemen olabilecek Büyük İsrail
İmparatorluğuna ya da Federasyonuna dönüşebilmesi için siyasal konjonktür
giderek tırmandırmıştır . Tarihsel olarak yarım yüzyılı çoktan geride
bırakan İsrail deneyinin bölgeye barış
yerine savaş getirmesi , hem üçüncü dünya savaşı ihtimallerini hem de kutsal kitaplar üzerinden kıyamet
senaryolarını güncelleştirmiştir . Kutsal kitaplar kaynak gösterilerek , Tanrının kıyamet senaryolarına alet edilmek
istenmesi , üç büyük dinin eskisi gibi
dinler arası savaş senaryolarına doğru yeniden sürüklenmeye zorlanması
gibi durumlar Orta Doğu’daki
savaş senaryolarını bir kaç misli artırarak
bugünün kaotik gelişme ortamını
yaratmıştır .
Bugünün dünyasında Orta Doğu denilince akla hemen İsrail
gelmekte , batının zengin ülkelerinde güçlü konumlarda olan Yahudi lobilerinin
denetimi altındaki uluslararası medya ve basın organlarının yaptıkları
yayınlar doğrultusunda ,Orta Doğu sorunu meselesi gelip Yahudi devletine
takılmaktadır. Batı dünyasının entelektüel kesimleri merkezi coğrafyaya batıdan bakınca
,milyonlarca Arap insanını bir yana bırakarak
İsrail’den başka bir şey görememektedir . Siyonist kesimlerin gözünü
boyamış olan Büyük İsrail hülyasının giderek etkinliğini artırması yüzünden, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudilerin
geleceğini Siyonist plan ile bir
araya getirme gibi yeni bir durum ortaya
çıkmaktadır . Kendi iç yapısı nedeniyle son derece karışık bir görünüm veren Orta Doğu haritasının,
İsrail’in sınırlarının belirsizliği yüzünden sürekli olarak bir sorun konumunda
kalması ve bu bölgedeki her sorunun giderek büyüme göstermesinin ana nedenidir .
İki bin yıl önce ülkelerinden sürülen Yahudilerin bu kadar uzun zaman sonra
tekrar bölgeye dönerek devlet kurmaları ve bu devlet üzerinden de merkezi
coğrafyanın tamamına sahip çıkmak istemeleri
bugünün dünyasında eski sorunları devam ettirdiği gibi beraberinde yeni sorunların da ortaya
çıkmasına neden olmaktadır . Bu yüzden bölge
giderek bir sorunlar yumağı görünümü
kazanmaktadır . Bölge devletlerinde
yaşayan Yahudilerin yanı sıra büyük devletlerde varlıklarını sürdüren
diğer Yahudi kesimlerin güçlü bir
lobicilik yaparak dünyaya egemen olmaya
çalışmaları , beraberinde bir çok karmaşık konuyu gündeme getirdiği gibi ,var
olan sorunlarında giderek karmaşık bir hale gelmesi içinden çıkılmaz bir kaos ortamının bu
bölgede devreye girmesine yardımcı
olmaktadırlar . İsrail sorunu giderek
bir Orta Doğu sorunu olmaktan çıkarak uluslararası bir sorun haline
gelirken , dünyanın dört bir yanında yaşayan tüm Yahudiler de, bu ana
sorunun tarafı konumuna gelerek ,bugünün
devlet yapılarının karşısına dev bir
yapıda İsrail olgusunu öne
çıkarmaktadırlar . İsrail konusunun bu kadar büyüyerek dünyanın gündemine oturması üzerine ,
uluslararası konjonktür değişiklik göstermekte ve içinden çıkılmaz ilişkiler yumağı
halinde devletler arası ilişkiler bir
kaotik ortama doğru hızla
sürüklenmektedir .
Geçmişten gelen son derece
karışık İsrail sorununa paralel bir doğrultuda bölgedeki zengin petrol ve diğer enerji kaynaklarının belirginlik kazanmaları nedeniyle emperyal
güçlerin acil müdahaleleri birbirini izleyerek , bölgede var olan sıcak
çatışma ortamının giderek savaşa dönüşmesini beraberinde getirmiştir . İsrail’i
çevreleyen haritada birden fazla Arap devletinin bulunması , Suriye ve Irak gibi Lübnan ile Ürdün’ün de
bölge devletleri olarak öne çıkmaları yol açmakta ve Yahudi devleti her
fırsatta sınır komşusu olan bu Arap devletleri ile karşı karşıya kalmaktadır .
İkinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in kurulmasıyla birlikte bölgedeki bütün
Arap ülkeleri Yahudi devleti ile
savaşlara girmek zorunda kalmıştır .ABD sayesinde en yüksek teknolojileri
kullanan Siyonist devlet Araplar ile girdiği her savaşı kazanınca ,
sürekli kaybeden taraf olarak Araplar
birleşme ihtiyacı duyarak Orta
Doğu ‘da Birleşik Arap Cumhuriyeti
kurmaya kalkışmışlardır .Mısır ve Suriye’nin bir araya gelerek ilan etmiş
olduğu bu yeni devlet Irak, Ürdün ve Lübnan gibi Arap ülkelerinin girmemesi
üzerine havada kalmış ve bir süre sonra da
böyle bir adımdan vazgeçilmek zorunda kalınmıştır . Arap devletleri ,
sömürgelik sonrasında bağımsız devlet yapılanmasına kavuşurken ortaya mezhepler
, tarikatlar ve hanedanlar girmiş ve bunların bir türlü bir araya gelememesi
yüzünden, Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi bir büyük devlet Orta Doğu’da kurulamamıştır . Mısır
Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın en
büyük hayali olan Arap Birliği’nin bölgesel bir devlet olarak ortaya çıkmasını
batılı gizli servisler ile İsrail lobileri engellemişlerdir . ABD’nin sonradan
idam ettirdiği Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin Irak’ın başına bir darbe ile geçerken
Birleşik Arap Cumhuriyeti oluşumuna karşı çıkmıştır . Daha sonraları ise
gerçekleri görerek Arap milliyetçiliğine yönelen Saddam Hüseyin’i ABD ve İsrail ikilisi iktidardan
indirerek Mezopotamyayı bir sürekli
savaş alanına çevirmişlerdir . Başlangıçta
böylesine büyük bir Arap devletinin kurulmasını ABD baskısı yüzünden önleyen Saddam
Hüseyin bu hatasının faturasını idam
olarak ödemek zorunda kalmıştır .
Orta Doğu’nun bütün alanlarını kapsayan bir büyük Arap
devletinin oluşturulmasını batı
emperyalizmi ile İsrail Siyonizmi engelleyerek
küçük İsrail ‘in Büyük İsrail’e dönüşmesini sağlayacak
Siyonist oluşumun önünü açık bırakmışlardır . Arap devletlerinin
birleşerek bir büyük ordu kuramaması
yüzünden ,küçük Yahudi devleti batıdan
aldığı desteklerle her zaman savaşlardan başarı ile çıkmış ve geleceğe yönelik bölgesel imparatorluk planlarını geliştirmek için çaba göstermiştir . Güçlü
bir bölgesel devlet kuramayan Araplar ,
bu boşluğu gidermek üzere uluslararası alanda etkili olmak üzere Arap
Birliği adı altında bir bölgesel örgüt kurarak Arap dünyasının çıkarlarını korumak
üzere yeni bir yapılanmaya girmişlerdir
. Her biri Orta Doğu bölgesinin farklı yerinde
bulunan Arap ülkeleri böyle bir uluslararası örgütün çatısı altında
birleşerek ortak çıkarlarını mezhep, tarikat, hanedan ,siyasi parti ve
devlet çekişmeleri yüzünden gerçekleştirememişlerdir . Bölgesel bir devleti
İsrail’e karşı oluşturamayan Araplar bu boşluğu doldurmak üzere Arap Birliğine bağlı yeni örgütlenmelere
gitmişler ve bu doğrultuda ekonomi ,sosyal ,kültürel gibi alanlarda Arap Birliği’ne bağlı çalışacak
bazı yan örgütleri oluşturarak, yeni etkinlikler kazanabilmenin arayışı
içinde olmuşlardır . İslam Kalkınma Bankası ,İslam Ekonomi Kurumu bu doğrultuda kurularak Arap nüfusun yoğun olduğu Körfez bölgesi
merkezli olarak çalışma yaşamına katılmışlardır . Bu gibi ortak kuruluşların
oluşturulması bile Arapları bir araya
getirememiş, tek bir büyük devlet gibi hareket edemeyen Araplar her zaman için Batının emperyal devletleri
ile İsrail karşısında güçsüz kalarak kaybetmişlerdir . İsrail ile yürütülen
bölgesel savaşlarda bile bir araya gelerek ortak hareket edemeyen Arap devletleri
, iç çekişmeler ve dağınıklık yüzünden
her zaman kaybetmekten bir türlü kurtulamamışlardır . Arapların içine
giren batılı ajanlar da var olan ayrılıkları her zaman körükleyerek batılı emperyal ülkelere hizmet ettikçe ,
gerçek bir Arap birliği hiçbir zaman söz konusu olamamıştır .Batılı gizli
servisler Orta Doğu ülkelerinde cirit atarken ,
Arap devletleri her türlü provakasyona alet olmaktan kurtulamayarak birbirleriyle uğraşmaktan ya da çekişmekten
bir türlü uzaklaşamamışlardır .
İslamiyetin ilk dönemlerinde başlayan Abbasi-Emevi ayrılığının izleri daha sonraki dönemlerde bir türlü
silinemeyince, bu ayrılık zamanla
her alanda farklılıklar ve çatışmalar
yaratmıştır.
Türkiye , Arap dünyasının egemen olduğu Orta Doğu’ya , Türk olduğu için uzak ama
bölgenin içinde Araplara komşu bir ülke olduğu için yakın bir konuma sahip
bulunmaktadır . Bu nedenle Türkiye hem
Orta Doğunun içinde hem de dışında bulunan bir devlet görünümüne sahiptir .
Yıllar geçtikçe ve olaylar ortaya çıktıkça , Türkiye Orta Doğu gelişmelerine
bazan uzak kalmakta bazan da hiç beklenmedik bir anda kendisini siyasal
gelişmelerin tam ortasında
bulabilmektedir . Bu nedenle , Türkiye siyasal gelişmelere göre hareket
etme serbestisini kendisinde görmekte
ama kalıcı bir bölge siyasetini
oluşturamadığı için de beklenmedik durumlar ile de karşı karşıya
kalabilmektedir . Türkiye ve Orta Doğu tarihi birlikte ele alındığında bu gibi
bir çok gelişmenin örnekleri ortaya
çıkmaktadır . Bölge nüfusunun dörtte
üçünü oluşturan Arapların tek bir temsilcisi olmaması sorunları çözümsüz
bırakmaktadır . Bölünmüş Arap dünyasında
yer alan devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda başka yönlere doğru hareket etmeleri yüzünden
karşısında Arap dünyasını temsil eden tek bir güçlü makam bulamayan Türk diplomasisi
, Arap devletlerinin bütününü dikkate alarak
devletler arası çekişmeler ile farklı davranış biçimlerini hesap ederek
davranmak zorunda kalmıştır . Özellikle
siyasal bunalım dönemlerinde bu
durumdan kurtulmak için yeni yollar
denemek zorunda kalan Türkiye ,
Arap bütünlüğünü bir yana bırakarak her Arap devletini birbirinden ayırarak
muhatap olma yolunu bilinçli bir biçimde tercih etmiştir . Türk diplomasisi ,
Orta Doğu sorunları üzerinde çalışırken
, bölgeye has özel durumların
dikkate alınmasına her zaman için öncelik vermek zorunda kalmıştır .
Anadolu yarım adasını Arap yarımadasından ayıran
Türkiye-Suriye sınır hattı aynı zamanda Türkler ve Araplar arasındaki sınır
hattı olarak belirlendiği için , Türkiye
her zaman bu durumu dikkate alarak hareket etmiştir . Osmanlı sonrasında
bölgeye gelen Britanya emperyalizmi yeni bir Osmanlı İmparatorluğu ile
karşılaşmamak için, her zaman Türkler ile Araplar arasına mesafe koymaya ve bu
iki grup insanın yaşadıkları ülkelere göre farklı siyasetler geliştirmeye
dikkat etmiştir . Batı bloku bu bölgede yeni bir düzen kurarken, oluşturulan farklı devletlere birbirinden
ayrı siyasal rejimlerin getirilmesine çalışmıştır .Emperyalistler , Sünnilerin çoğunlukta olduğu ülkeye Şii
yönetimi , Şiilerin çoğunlukta olduğu ülkeye ise Sünni yönetimi getirerek ,
bölgedeki devletlerin kendi halklarından ya da toplumlarından kopuk kalmasına ,
tabansız yönetimlerin işbaşına gelmesine ve bunların sosyal desteğe sahip olmasının önlenerek
tavanda bırakılmalarına , böl ve yönet
ilkesi doğrultusunda öncelik verilmiştir .Özellikle Baas
partisinin Arap milliyetçiliği doğrultusunda bir Arap birliği oluşturmasına
karşı çıkılmış ve bölgedeki Şii-Sünni farklılıklarının bölgesel
bir bütünleşmeye gitmemesi için
çok çeşitli siyasetler devreye sokulmuştur . Lübnan diye bir tampon devlet
Suriye’ye karşı kurulurken bölgedeki
gayrimüslim nüfustan yararlanılmış , Ürdün diye bir tampon devlet Irak’a karşı oluşturulurken Kafkasya’dan getirilen Çerkez nüfus bu yapay
ülkeye halk topluluğu olarak monte
edilmeye çalışılmıştır . Ürdün ve Lübnan sahte devletler olarak yeni haritada
konumlandırılırken , bir büyük Arap
birliği dayanışmasının Filistin ülkesinde yeni kurulan İsrail’i hedef alması önlenmeye çalışılmıştır . Nüfus
çoğunluğu Çerkez olan Ürdün , İngiltere’ye yakın bir yol izlerken , eski bir
Fransız sömürgesi olan Lübnan’da gene
Fransa’nın yolundan gitmekte böylece
İsrail için oluşturulan iki tampon devlet olarak bir araya gelmelerinin
ve ortak bir politika izlemelerinin önü
kesilmektedir . Fransa bölgeye girerken
Lübnan’ı giriş kapısı olarak görmekte , İngiltere ise bölge haritasının
çizicisi olarak Ürdün kapısından Orta Doğu’ya yönelen manevralarını uygulama
alanına getirmektedir . İsrail ise her zaman için Amerika’nın Orta Doğu eyaleti
biçiminde hareket etmektedir. ABD’den kalkan uçakların en çok gittiği
ülke konumuna sahip olan İsrail , ABD
için bölgeye giriş kapısı konumundadır . ABD diplomasisinin merkezi konumundaki
bu küçük ülke kendisini çevreleyen Arap
baskısına karşı ,Amerika’yı her zaman
için kurtarıcı görmekte ve bu
doğrultuda Amerikan devletinin bölge üzerindeki siyasetlerini kendi
çıkarları doğrultusunda kullanabilme
doğrultusunda adımlarını atmaktadır .Bu
durumda İsrail yerine ABD Arap ülkeleriyle muhatap olmaktadır .
Orta Doğu’da İsrail’e karşı Arap Birliği kurulamadığı gibi
, uluslarası alanda etkinliklerde bulunan Arap Birliği örgütü de , Arap çıkarlarını doğru dürüst
koruyamamaktadır . Hemen hemen her sene toplanan Arap Birliği zirvelerinde bu
yüzden etkili kararlar alınamamakta ve
bu nedenle de istendiği gibi çalışamamaktadır . İslamın mezhepleri içinde
bölünen Arapların toparlanabilmesi açısından Arap milliyetçiliği de yeterince
etkin olamamıştır . Dinin siyasetten ayrılması noktasında tam bir belirginlik sağlanamayınca Türk
milliyetçilerinin gerçekleştirdiği laik devlet düzenini hiçbir Arap ülkesi kendi toprakları üzerinde bir siyasal düzen
olarak kuramamıştır . Milliyetçilik
akımı İslamiyet’ten sonra Arapların düşüncelerini en fazla etkileyen oluşum olmasına rağmen , ülke farklılıkları
yüzünden güçlü bir Arap milliyetçiliğinin merkezi alanda gerçekleşmesi mümkün olamamıştır . Baascılık
bugün yıkılmak istenen Irak ve Suriye
devletlerinin yönetiminde etkin olurken ,bir
İslamiyet-Milliyetçilik ve Sosyalizm sentezi oluşturulmaya çalışılmış
ama mezhep farklılıkları yüzünden
bu deneyimin geleceğe dönük bir
biçimde kurumlaşması önlenmiştir . Arap dünyasında ilk çökertilen rejimlerin
Baas partileri düzenine sahip olan Irak ve Suriye’de gerçekleşmesi böylesine
bir sentezin ortaya çıkmadığının en
önemli kanıtı olmuştur . Bu durumda , İslamiyetin çatısı altında bir araya
gelemeyen Arapların güçlü bir milliyetçilik akımının çatısı altında da
toparlanamadıklarını gözler önüne
sermektedir . Pan-Slavizm , Pan Cermenizm ya da Pan-Türkizm gibi aynı kökten
gelen bir ülkeler arası dayanışma
düzenini ,Araplar Pan-Arabizm çizgisinde
gerçekleştirememişlerdir . Arap dili ve bu dilin çevresinde gelişen Arap kültürü de bir büyük Arap birliğinin oluşumu açısından yeterli
olamamıştır . Arap asıllı liderler kendi vatandaşlarının çıkarlarının ötesinde
, tüm Arap dünyasının sorunlarını çözmeye dönük bir bölgesel tavrı
geliştiremediği için de Arap milliyetçiliği cılız kalmıştır .Nasır , Saddam ve
Kaddafi gibi Arap devletleri başkanları tüm Arap dünyası için milliyetçiliğe
kalkıştıkları zaman yalnız kalmışlar ve emperyalizmin baskıları ile iktidardan
uzaklaştırılmışlardır .
Arap ülkelerinin topraklarının altında uzayıp giden enerji
kaynakları bu ülkelerin bazılarını çok zengin yapmış ama bazılarının da geride
kalarak yoksullaşmalarına neden
olmuştur . Batının zengin ülkeleri Arapların elinde birikmiş olan
petro-dolarları geri çekebilmek için silah satışı senaryosunu her zaman için ön
planda tutmuştur . Söz dinlemeyen , İran
,Mısır,Irak,Libya ve Arabistan gibi ülkelerde halk kitleleri isyanlara
kışkırtılarak ve bu gibi devletlerin
elinde uluslararası bankacılık
sisteminde birikmiş olan para
hesaplarına el konularak birikmiş
paralar geri alınmıştır .İran şahı bağımsız politikalara yönelince İslam
devrimi batı emperyalizmince hazırlanmıştır . Nasır,Saddam ve Kaddafi batı insiyatifine karşı çıkarak
direnince halk isyanları üzerinden bu
liderlerin tasfiyeleri gerçekleştirilmiştir . Petrol ve doğal gaz rezervleri
batı emperyalizmini bu ülkelerin üzerine çekerken Araplar baskı altında kalmışlar ve bu
doğrultuda bir çok ayaklanma senaryolarına alet olma noktasına düşmüşlerdir. En son olarak devreye giren Arap Baharı olayları gene
batılı gizli servislerin provakasyonları
ile gündeme gelmiş ve Arap
dünyasını bir kez daha iç karışıklıklara
mahkum ederek çok büyük zararlar vermiştir .Orta Doğu bölgesinde İsrail’in
büyük bir bölgesel imparatorluk
oluşturma planları gerçekleşemeyince , Yahudi devleti iki bin yıl önce
kendisini yok eden Roma İmparatorluğu gibi davranarak bir Akdeniz hegemonyası arayışına girmiştir .
Bu plan çerçevesinde Roma kentinin yerini Kudüs alacak ve tıpkı Roma devletinde olduğu gibi bütün Akdeniz kıyıları
, Kudüs merkezli yeni imparatorluğun sınırları içerisinde yer alarak , karada
gerçekleştirilemeyen Siyonist
imparatorluğun merkezi denizin kıyılarında gerçekleştirilmesi operasyonuna
katkı sağlayacaktı . Arap baharı Tunus gibi bir Arap ülkesinde başlıyor ve kısa
zamanda dilimi içinde bütün Arap
dünyasına yayılarak yerleşik devletler düzenini bozuyordu . Burada istenen yeni
olgu , sivil ayaklanmalarla Arap
devletlerin çökmesi ve giderek parçalanmasıydı . Tunus’ta yabancı gizli
servisler aracılığı ile başlatılan
olaylar zinciri Libya’da Kaddafi rejimini devirerek , Arap ülkelerinin
Irak ve Suriye gibi parçalanmalarına giden yolu
yeniden açıyordu .
Büyük İsrail’in Akdeniz kıyılarında kurulması
sürecinde Tunus ve Libya ile birlikte
Mısır’da da Hrıstıyan Kıptiler
üzerinden parçalanma olaylarının tırmanma göstermesi , Kuzey Afrika bölgesinin
de aslında Orta Doğu bölgesinin güney kısmı olduğunu ortaya koymuştur . Bu
doğrultuda olaylar daha sonraki aşamada Sudan ve Somali gibi ülkelere de
sıçramış ,bu gidişin sonunda Sudan bölününce
bu ülkenin güney bölgesinde yeni bir devlet İsrail’in kontrolü altında
ilan edilmiştir . Daha önceleri aynı durum Habeşistan’da cereyan edince , bu
ülkenin deniz kıyısındaki eyaleti olan
Eritre bölgesi ayrı bir devlet
olarak bağımsızlığını ilan etmiş ve İsrail Güney Sudan’da olduğu gibi bu ülkeye
gelerek askeri üs kurmuştur . Orta
Doğu’nun güneyi konumundaki Kuzey Afrika bölgesi uzun süren Osmanlı devletinin hegemonyası nedeniyle genel olarak Müslüman bir nüfusa sahip olduğu
için,bu durum tam bir Orta Doğu hegemonyasına soyunan Siyonist
devletin bölgenin güneyine de el atması
gibi bir emperyal gelişmeyi gündeme
getirmiştir. Fas’tan Malezya’ya kadar uzayıp giden Ekvator çizgisine paralel
bir biçimde yan yana dizilen İslam ülkelerinin sınırlarının değiştirilmeye
çalışılması ile birlikte gündeme gelen
batı merkezli saldırı sürecinde ,Arap
ülkeleri gene yalnız başlarına var olma mücadelesine sürüklenmişler ve bir
türlü bir araya gelemedikleri için küresel emperyalizmin sınırları değiştirme
görünümlü yeni saldırı ve parçalama senaryolarına karşı planlı ve örgütlü bir
biçimde karşı çıkamamışlardır . Arapların dağınıklığı diğer Müslüman ülkelerde
de görüldüğü için batılı ülkeler rahatça emperyalist saldırılarına devam ederek Arap
topluluklarını iyice dağıtmışlardır .
Türkiye’nin Orta Doğu bölgesi ile ilişkileri hem İslamiyet
üzerinden hem de Türk-Arap ilişkileri açısından
ele alınmak durumundadır . Türkiye Cumhuriyetinin nüfusunun büyük
çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle,
İslam ülkeleriyle yakınlaşma içinde olan Türkiye aynı zamanda Türk-Arap
ilişkileri üzerinden komşuluk
bağlantılarını geliştirerek ,Orta Doğu
ülkeleri üzerinde etkin olabilmenin arayışı içinde olmuştur . Türk devleti ,Birinci Dünya Savaşı ve kuruluş yıllarından
gelen bir çizgide Batı bloku ile yakınlaşma ve hesaplaşma ilişkileri içinde
olduğu için kuruluş yılları döneminde Orta Doğu bölgesi ile yakından ilgilenme
şansını elde edememiştir . Türkiye’nin Orta Doğu ile ilgilenmesi ikinci dünya
savaşı öncesinde saldırılara karşı komşu ülkelerle dayanışma paktları kurmak
biçiminde olmuştur . Balkan ve Sadabat Paktları kurulurken Türkiye sınır
komşuları ile yakınlık içine girmeye çaba göstermiştir . Savaş sonrasındaki
dönemde ABD’nin Orta Doğu bölgesine gelmesi
, İsrail’in kurulması ve Türk devletinin
Nato askeri paktına katılması ile
Türkiye-Orta Doğu ilişkileri batı
yönlendirmeli olarak başlamıştır . İncirlik üssünün kurulması İsrail’in
korunması için Türkiye’nin devreye sokulması ile gerçekleşmiştir . ABD’nin
bölgeye gelişi ve İsrail’in kurulması ile Türk dış politikasında da önemli bir
değişiklik yaratmış ve Türk diplomasisi giderek Atlantik emperyalizmi ile
Siyonizm çizgisine doğru kayma
göstermiştir . Daha önceleri kurulmuş olan Sovyetler Birliğinin getirdiği soğuk
savaş ortamının güçler dengesi doğrultusunda oluşturulan Türkiye’nin merkezi
konumuna uygun dış politika anlayışı geride kalmış ve
yerini giderek Atlantikçilik ve
Siyonizm aldıkça Türkiye daha çok Orta Doğu ülkelerine yönelik siyasi
açılımlarda bir tür batı karakolu olarak Nato üzerinden kullanılmaya
çalışılmıştır .Yeni dönemde Türkiye’nin
giderek ABD ve İsrail ikilisinin dümen suyunda giden bir ülke
konumuna gelmesiyle ,Araplar giderek
Türkiye’den uzaklaşmışlar ve Türkiye’yi ABD-İsrail ikilisinin karakolu olarak
görmüşlerdir . İsrail’i koruyacak bir üs olarak İncirlik tesisinin Türk
topraklarında kurulmasını , Araplar arkadan vurulmak olarak açıklamışlar ve bu yüzden Türkiye’yi sorumlu
görmüşlerdir .Cihan savaşları sonrasında batı hegemonyası altına girmekten
kurtulamayan Türkiye , Atatürk’ün bağımsızlık çizgisinden batıya bağımlılık
noktasına gelmiş ve bu yüzden de
komşuları ile ilişkileri kopma noktalarına gelmiştir .
“Ne Arabın yüzü ,ne
de Şam’ın şekeri“ sözü ile
Türkiye’de Arap düşmanlığı pazarlayan batı işbirlikçileri ve Siyonistler , Türkler ile Arapların arasını bozarak
Türkiye’nin batının ileri karakolu bir
yarı sömürge konumuna düşürülmesini sağlamışlardır .Bu arada Türkiye’yi
İsrail’e yaklaştırmak çabaları ve
İsrail’in kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdiği Orta Doğu
politikalarının uygulama alanına getirilmesi
girişimlerinde, Türkiye’nin bölge ülkesi olarak kullanılması ,ya da batı
blokunun çıkarları doğrultusunda bir taşeron devlet konumuna sürüklenmesi için Araplar aleyhinde ciddi bir
propaganda yapılmıştır . Arap ülkeleri
şeriatçılıkla suçlanırken , Türkiye’nin laik devlet rejimi dayanak noktası
olarak kullanılmış ve bu durum giderek bir Arap düşmanlığı politikasına dönüştürülmüştür . Türkiye’nin
güney komşusu olan Arap ülkeleri ile
ilişkilerinin geliştirilmesi ve komşuluk
ilişkileri üzerinden bir bölgesel dayanışma ittifakına yönelmesi ,sürekli
olarak batıcı ve İsrailci lobiler tarafından Türkiye’nin iç politika sahnesinde
engellenmeye çalışılmıştır . İngiltere,Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail
üçlüsü Türkiye’yi İsrail’in çıkarları doğrultusunda bir batılı çizgide
yönlendirmeye ağırlık vermiştir. Bu doğrultuda Türk devletinin iç politikası
ile bölgeye yönelik diplomasisi dolaylı
yollardan Siyonizm doğrultusunda manüple
edilmeye çalışılmıştır . Uzaktan kumandalı batı emperyalizmi bölgedeki İsrail Siyonizmi ile işbirliği yaptıkça ,
bütün bölge ülkeleri ciddi anlamda tehdit rüzgarları ile karşılaşmış ve
bu yüzden de Avrupa kıtasında olduğu
gibi bir bölgesel güvenlik şemsiyesi
oluşturulması gerçekleştirilememiştir . Soğuk savaş döneminde Türkiye’yi
Bağdat paktı ile denetim altına almak isteyen batı emperyalizmi ,
Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ün
zamanında oluşturduğu bölge
ülkeleri dayanışma örgütü olan Cento’nun yeniden gündeme getirilmesine ısrarla
karşı çıkmışlardır . Dünyanın en büylük savaşlarının ve çatışmaların
yaşandığı bir coğrafya olarak Orta Doğu bölgesini elinde tutmak isteyen batı
bloku , bölge ülkelerinin bir koruyucu şemsiye altında bir araya gelerek kendilerini güvence altına alacakları bir bölgesel işbirliği ve güvenlik örgütlenmesine hiçbir zaman izin
vermemişlerdir . Bu tür bir gelişmeyi önlemek üzere de işlerine geldiği gibi bölge ülkeleri
arasındaki sıcak çatışmaları körüklemeye
devam etmişlerdir . Kendi
yetiştirdikleri bazı kişileri siyaset sahnesine yönlendirerek ,
stratejik derinlik gibi aldatıcı kavramlar üzerinden Türkiye’nin güney
komşuları olan Arap ülkeleri ile sıcak
çatışmalara ve savaşlara girmesini açıktan
desteklemişlerdir .
Birinci dünya savaşı sırasında İngilizlerin kışkırtmış olduğu Arap
şeyhlerinin önderliğindeki Arap toplulukları , Osmanlı İmparatorluğunun kendi yarımadalarından çıkması doğrultusunda
ortaya koyduğu direniş hareketlerini ,
Türklerin arkadan vurulması olarak gösteren
batı işbirlikçisi mandacı çevreler
bu noktadan hareket ederek büyük bir
Türk düşmanlığının Arap ülkelerinde yaygın olduğu gibi bir görüntüyü
kamuoyu önünde yükseltmektedirler .
Şerif Hüseyin’in bir Arap krallığı peşinde koşması , bazı Arap şeyhlerinin Osmanlı yönetimine
karşı isyan etmelerini gündeme getirdiği için Türkler ve Araplar yedi yüzyıl
sonra yeniden karşı karşıya getirilmişlerdir . Osmanlı dönemini Türk
emperyalizmi olarak gösteren Siyonist kesimler , Araplar’ı Türkiye’ye karşı bir araya getirerek yeni bir Osmanlı macerasına bölgenin
sürüklenmesini önlemeye çalışıyorlardı . Türkiye ise , yeni kurulan bir devlet olarak ayakları
üzerinde durmaya çalışırken , hem tarafsızlığını korumuş hem de ikinci dünya savaşı gibi hedefi belli olmayan
bir büyük savaşa alet olmamak üzere uluslararası alana kendisini kapadığı
bir iç düzene yönelme dönemine
doğru yönelmiştir . Sovyetler Birliğinin varlığı merkezi coğrafyada bir
doğu-batı dengesini ortaya çıkardığı için,Türkiye batıya yönelerek kendisini sosyalist sistemin baskılarından ya da işgal
tehditlerinden kurtarmaya öncelik
vermiştir. Sovyet tehdidi Türkiye ile birlikte bütün Arap dünyasını da
hedeflediği için , Arap ülkeleri de batılı ülkeler ile yakınlaşarak böyle bir
büyük gücün Asya’nın kuzeyinden Orta Doğu bölgesine doğru inmesini
istemiyorlardı . Ne var ki , savaş sonrası dönemde olayların hızlı gelişmesi
yüzünden yirminci yüzyılın tam ortalarında Irak’ta bir darbe yaptıran Sovyetler Birliği merkezi coğrafyaya resmen
adımını atıyordu . Rusya’nın sosyalist sistem adına Orta Doğu’ya girmesiyle
birlikte , Türkler ile Arapların arasını açmaya dönük bir emperyalist güç daha
bölgede öne çıkıyordu . Rusya’nın Irak sonrasında Suriye’ye de müdahale etmesi
ve kendisine yakın rejimleri bu iki ülke üzerinden bölgeye getirmesi ile
birlikte Rus emperyalizmi de Orta Doğu’da batı emperyalizmine karşı
çizgide devreye giriyordu .
Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olan Türkiye aynı
duruma Arap ülkeleri ile de ortak bir çizgi üzerinden sahip olduğu için ,
Türkiye’nin Arap dünyasına yönelik
açılımlarında Rus hegemonyasının da
etkileri olmuştur . Soğuk savaş yıllarında
Türkiye ile Arap dünyasının arasına hem batı bloku hem de doğu bloku
olarak Sovyetler Birliği giriyor ve bölgede geleceğe dönük bir Arap-Türk
yakınlaşmasına gidebilecek tüm gelişmeleri önlüyorlardı . Türkiye’nin Nato
üyesi olması da , batılı ülkeler açısından Türkleri Araplardan uzak tutmanın
bir başka yolu olarak kullanılıyordu . Türkiye’yi batı emperyalizminin sözcüsü
olarak gösteren bir çok senaryo
batılı gizli servisler ve basın
organları aracılığı kamuoyuna taşınarak,
yapay bir Türk_Arap çekişmesi ortamı yaratılıyordu . Türkiye Nato üyesi
olduktan sonra , batı bloku Türk
devletini hem Ruslara karşı sınır karakolu hem de Araplara karşı askeri üs olarak kullanma yoluna gidiyordu .
Bu durum Türkiye Cumhuriyetini sosyalist blok ile olduğu kadar Arap ve İslam dünyası ile de karşı
karşıya getiriyordu . Sosyalist
sistemin dinsizlik çizgisinde
İslam dünyasına karşı durması , İsrail’i bölgede rahatlatıyor ve böylece
Türkiye’de laik devlet modeli ile İslam
dünyasına mesafeli kalırken, batı ile
birlikte doğu blokuna yakın bir çizgiye
yöneliyordu . Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Amerikan emperyalizmi Basra körfezine gelerek Irak ve Kuveyt bölgelerinde savaşı
başlatıyordu . Bölgede meydana gelen otorite boşluğunun doldurulmasını Araplara
bırakmak istemeyen ve Rusya gibi Asya güçlerinin merkezi alana inmesinin önüne
geçmek isteyen Atlantik emperyalizmi ve
Siyonizm ittifakı Irak sonrasında , Suriye,Libya ,Yemen gibi Arap ülkelerini de
savaş alanına dönüştürmesi üzerine ,bütün Arap devletlerinin parçalanacağı yeni
bir emperyalist süreç bölgeye dışarıdan
dayatılıyordu . Bu aşamada , Türkiye, Siyonist
ve emperyalist oyunlarda
kullanılmaya çalışılmaktadır . Bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de
beraberinde getiren bu gibi gelişmelere karşı ,Türkiye bağımsız hareket etmeli ve bölge ülkeleriyle
bir araya gelerek ,Türk-Arap
birlikteliği çizgisinde yeni bir dayanışma düzeninin temelleri atılmalıdır .